6.10.2010

kış müziği


yaz uykusundan uyanan zihin yazmak için yeniden iş başında olduğunu hatırlatmak için yavaşça kış şarkıları mırıldanmaya başladı bile.
donuk melodilerin ağırlığından mı, evrenin yavaşlamasından mı; devinimi dengeleyip duruluyorum ben her kış.

aklıma ilk slowblow geldi, hiç de dolambaçlı olmayan sebeplerden ötürü. üstüne üstlük, bugüne kadar "noi albinoi" ve "slowblow"dan başka albümleri olmadığını sandım, niyeyse! önceki iki albümleri olan "quicksilver tuna" ve "fosque"u bugün keşfettim daha. eh, sevdiğin bir grubun iki albüm birden çıkarması gibi diyelim, iyi geldi. kaybettiğin zamana değil, döndüğün kara bakacaksın.

başlangıç için buyrun, tadımlık

sevdim diyene de albüm, noi albinoi

diğerlerini de buldurun artık. kahve, çikolata ve battaniye ile tüketilmesi tavsiye edilir. afiyet olsun.

29.03.2010

Maestra'nın kayıp halka kuramı

"İnsanoğlunu sözde daha aşağı olan hayvanlardan ayıran şey nedir?... Anladığım kadarıyla, tamı tamına altı tane önemli şey var: İçgüdüsel olarak çiftleşen akılsız ateşböcekleri ve rakunlara karşılık olarak Mizah, Hayal Gücü ve Erotizm, sonra Maneviyat, İsyankarlık ve güzelliği kendi yararı için takdir eden Estetik.

O halde, bunlar insanoğlunu tanımlayan özellikler olduğu için, bu niteliklerin eksikliği ölçüsünde o kişinin insandan daha aşağı bir şey olduğu sonucu çıkıyor. Capisce? Belirleyici niteliklerin neredeyse yok olduğu durumlarda ise, o zaman, elimizde kalan hayvan krallığının kuzeyinde, insanlığın güneyinde bulunan varlıklardır, iki grup arasında bir yerlerde yer alırlar, onlar bizim kayıp halkalarımızdır."


insanlara kızıp durmak yerine yüreğiyle yaptığı analizler sonucu yücelteceğini yücelten, genellemeyi sevmeyip güzelliği kategorize eden yıldız kokulu yazar Tom Robbins'ten...

21.03.2010

21 Mart

ortalığa dağılmaya, ortalığı dağıtmaya ziyadesiyle müsait kişiler için 'denge' kavramı biraz oynaktır. zamana ve çeşitli zamanlara ihtiyaçları vardır.

vaktiyle yan yana dizdiği kelimeler için, gözyaşlarını boca ettiği çeşitli lokasyonlar için, aynada görüp şaşırdığı her ayrıntı ve yarattığı evrenlerin her bucağı için çok saygı duyduğum, çok sevdiğim, bu dünyaya ait olmayan bir büyüyle bağlanmış bir aşkla sevdiğim bir yanım var. vaktiyle buna "bile bile kendini bölmek" der, tehlikeli bulurdum böyle düşünmeyi.

ama şimdi her ekinoksta, küçük kişisel bayramlarımda her şeyi tolere ediyorum. anlam yüklediğim (ve anlam yüklemeye bayıldığım) diğer her şeyi de.

dengelenmek, eşitlenmek, iyiyi kötüyü bir edip yegane amacım olan 'hiç'e bir adım daha yaklaşabilmek için.

bu döngüyü çok seviyorum.


5.03.2010

durduk yerde ayılmak

çeşitli hallerden çeşitli varoluş biçimlerine hiç utanmadan sıkılmadan salına salına geçiş yapmaktan asla çekinmeyen her insanoğlu gibi ben de bazen "n'oluyo lan?" diyorum.
şimdi de diyorum, ve bir bakıyorum çok uzun zamandır kısacık cümlelerle her şeyi geçiştiriyorum.
bir bakıyorum 'sonra dinlerim' diye bir sürü müzik indiriyorum.
bir bakıyorum 'güzel kazak neyim olur bundan' diye yumak yumak yün biriktiriyorum.

olmaz öyle. yani olabilir aslında, normal. insanın içi geçebilir, kanepede uyuyakalabilir, veya çok uzun bir süre hiçbir şey yapmadığını birden bire fark edebilir. eski blogundaki 100 yazısına bakıp 'vay anasını' diyebilir. kalbi küt küt atmaya başlayabilir. hatta sırf bu içli patırdamaların etkisiyle sevdiceğine durduk yerde bi'daha aşık olabilir.

her neyse, ne diyecektim? angel-a'nın güzide soundtrack'ine denk geldim de.. anja garbarek'e karşı beslediğim sempatinin sevgiye dönüşmesini sağladı diyebilirim. albüm çok sakin, huzurlu ve kendine özgü. film zaten apayrı bir inceleme konusu. dilim çözülsün hele, ona da el atarız elbet.


dilim çözülsün, evet..

16.02.2010

i wish to weep


durup durup izlenmesi gereken bir film "factotum".
ama soundtrack'i sadece belli zamanlarda dinlenmeli galiba. durduk yerde seni yavaşlatabilir ve bu bazen iyi, bazen kötüdür.

söyleyecek, yazacak, bağırıp çağıracak bir sürü şey varken susmayı çağrıştırıyor bana. kolunu kaldıracak halinin olmadığı, ama gözlerinin faltaşı gibi açık olduğu zamanları.
"like tomorrow's never going to come" hali. zihninin açık ama kafanın durgun olduğu hani..

biraz mırıldanalım:


http://fizy.com/s/141no9


bi de filmden bir alıntı:

"deneyeceksen, sonuna kadar git, yoksa hic baslama bile. baslarsan, bu kiz arkadaslarini, karilarini, islerini ve belki de aklini kaybetmek anlamina gelebilir. uc veya dort gun hic bir sey yememek anlamina gelebilir. bir bankta donmak anlamina gelebilir. hapishane demek olabilir, hayal gormek, hor gorulmek, tecrit anlamina gelebilir.

asil odul, tecrittir. digerleri dayanma gucunu, onu ne kadar yapmak istedigini sinamak icindir. ve onu reddedilmeye ve tecrite ragmen yapacaksin. ve hayal edebilecegin her seyden daha iyi olacak. deneyeceksen, sonuna kadar git. ona benzeyen baska bir his yok, tanrilarla basbasa kalacaksin ve geceler atesle yanacak. hayatin sirtina mukemmel bir kahkaha ile bineceksin. bu, varolan yegane iyi kavga."


11.02.2010

minimal iletişim

bir insanın zihninde oluşan bir şeyi, bir fikrin diyelim, başka bir zihne aktarılması esnasında inanılmaz sıkıcı detaylarla açıklayabileceğim nedenlerden ötürü bazı sıkıcı veri kayıpları olur. iletişimin gerçekleşmesinin bir mucize olmasına neden olan şeyler, dil, yeterlikler, zaman, çağ gibi onlarca etkenin etkisi altındadır. oysa bazı şeyleri sadece ay kontrol eder. ne bileyim. mevsimlere bağlı olur bazı şeyler. tek etkileyenli etkenlerin etkileyiciliği diyebilirim buna utanmadan.
sıradan bir insanın bile en sevdiği iletişim biçimi leb demeden bilinen leblebiler değil mi zaten?

bir de sıfırlanmak diye bir şey var ki, iletişimin imkansızlığı ile beraber düşündüğümde tom robbins beni 'varoluş yeniden düzenlenebilir' diyerek cevaplıyor. 'dünyayı istiyoruz ve şimdi istiyoruz' diyor jim morrison. 'şafağın buğusu ışıldıyor' diyor roger waters.
iletişim bir paradoks biçimi olarak kategorize edilecek mi acaba kavramlar çağında?

3.02.2010

Horultu Orkestrası

dünyanın en güzel seslerine ek: üç küçük kardeşin uyuduğu bir odada uykuya dalmak üzereyken duyulan sesler...

mırıltılı sayıklamalar, muzur şapırtılar ve armonik horultuların eşsiz müziği çocuklara dair olan her şey gibi kusursuz.

26.01.2010

Sinüzit ve Papatyacığım

öyle fena sinüzit mağduruyum ki.. saçlarını kurutmadan dışarı çıkılmaması ve asla uyunmaması gerektiğini çok iyi bildiğim halde.. merhum dreadlock'larımın kötü hatırası işte..

az bişey soğuk görmeyivereyim, hemen aksırık, tıksırık, nefes alamama ve göz çevresi zonklaması gibi şeyler sarıyor etrafımı. ama ben ne yapıyorum?

Duygu'nun sinüzit mağdurlarına evrensel tavsiyesi:
bir avuç kurutulmuş bahar papatyasını, bir kaseye boşalttığınız bir-iki su bardağı iyice kaynamış suyun içine atın. (net ölçülerden hazetmem, mutfakta sezgicilik görüşüne sahibim) daha sonra 'buğu' denen yöntemi uygulayın; nefis kokulu kasenizle beraber kendinizi bir tülbentin içine kapatın. papatyanın buğusunu derin derin burnunuzdan çekin. dikkat edin yanmayın.

sıkılmadan bi beş dakika durun öyle. bişeylerin değiştiğini hemen fark edeceksiniz.
kasedeki enfes sarı çayınız ılındıktan sonra da bir pamukla elinize yüzünüze boynunuza sürerek gevşeyebilir, harika kokabilir ve cildinizi besleyebilirsiniz.

hem papatya antiseptiktir. yaranıza, sivilcenize de iyi gelecektir.

hayırlı sağlıklı kışlar olsun..

22.01.2010

Alice Aynanın İçinden


Alice hanımkızımız tavşan deliklerinden sonra şimdi de aynalara dalmaya meyletmiş. Pisicikleriyle hasbihal eyliyorken birden salondaki aynanın diğer tarafına, başka bir harikalar diyarına gidiyor bu kez.

Şair, matematikçi, fotoğrafçı, din adamı, mantıkçı ve yazar Lewis Carroll, 1865'te "Alice In Wonderland"i yayınladıktan sonra 1872'de, sevgili öğrencisi küçük Alice'in satrancı daha iyi anlaması için kurguladığı bir hikayeden yola çıkan ikinci kitabı "Through The Looking Glass And What Alice Found There"i yayınlamış. Öykünün tamamı, dolaylı olarak satranç hamlelerine işaret eden metaforlardan oluşuyor denebilir. Bu durum çeviri açısından bazı sıkıntılar yaratabiliyor tabi, satranç bilmeyenler için de çılgın bir öyküden öte bir şey olarak algılanması mümkün olmayabiliyor; belki de bu yüzden Wonderland kadar popüler olamadı aynalı diyar.

İlginç olan da pek hararetli olmasam da iyi bir Alicesever olduğumu düşünürdüm. Ama tezgahta Yiğit efendiye çocuk kitapları ararken buna rastlayınca sakince çığlık atmaktan geri duramadım!

Alice, "bizim ülkede eğer bizim yaptığımız gibi koşarsan genellikle başka bir yere varırsın" dediğinde Kraliçe onu "Yavaş bir ülkeymiş!" diye cevaplıyor. Bunun gibi daha onlarca pırıltılı diyalog yüzünden minik kitabımı her aklıma geldiğinde keyifle sırıtıyorum. Kitaptaki "Gıllıgış" adlı şiirin ilk dizesini de yazmazsam çatlarım.
"Pişindiydi, kayrak tirsukeler
Dönenip delgilendiler otgelde;
Mızlıydılar tarazlı Gubibikler
Donguzlarsa nezgilendi"

Kraliçe'nin öğüdüne kulak verin ve her gün kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inanma egzersizinizi yapmayı unutmayın efendim.

Villa Incognito

Mayonez için: “biz astro-yetimlerin yıldızlardan düştüğümüzden bu yana esenlikle özdeşleştirdiğimiz göz alıcılığı yansıtır” diyen hafifmeşrep şeyhim Tom Robbins, Villa Meçhul ile yine ‘ta içine’ hitap ediyor. Özün Özüne. Kaynağa. (Şu radyo-metni-usulü tanıtım üslubundan da kurtulamadım gitti ayrıca..)


Boşluk ve sisle yüklü Fan Nan Nan’da buldukları eski bir Fransız villasına yerleşmeyi seçen üç MIA (savaşta kaybolduğu sanılan sonu belirsiz asker), Ukala Dümbeleği adlı B-52’nin hayırsız pilotları, villaya ulaşmak için bir ip cambazıyla beraber aşmanız gereken o ipi göze alabilenlere yine edepsiz sırlar fısıldıyor. İsa’nın evsiz, barış aktivisti bir Yahudiyken kimsenin onu damat olarak bile istemeyeceği gerçeğini, uyuşturucu satmanın ahlaksızlığına değinildiğinde ‘her şeyin kötüye kullanılabileceği bir dünyada’ yaşadığımızı, ve daha ne incileri, hiç çekinmeden söylüyorlar. Stubblefield ‘efendi’ buyuruyor: “Nihayetinde, belki de bir fıkra hayal etmeliyiz yalnızca; asla tamamıyla anlaşılamayacak kadar koyu ve garip bir aksanla sürekli yeniden anlatılan, uzun bir fıkra. Hayat, işte o fıkra, dostlarım. Ruh ise, kahkahayı bastığınız kısım.”

Tabii bir de tüm öyküyü devindiren muhteşem arsız Tanuki. Ya da tanuki. Her neyse! “Ta Kendisi”. Hayvan Ecdadı. Sarhoşluk ve zevk alimi. Çevirdiği metafizik dolaplar sayesinde Miho’dan peydahladığı çocuğun soyuna, damağında bir kasımpatı tohumuyla yücelen mükemmel kız evlatlara bir Zen mirası kalıyor:

“Neyse Odur

Neysen Osundur

Hata Diye Bir Şey Yoktur”